İMAM BUHARİ للإمام
البخاري
وهو
الإمام أبي
عبد الله محمد
بن إسماعيل
البخاري
الجعفي رحمه
الله تعالى
Hadîs alimlerinin en büyüğü. Kur’an-ı kerîmden sonra, dünyanın en
kıymetli kitabı olan “Buharî-yi şerîf adı ile meşhur hadîs kitabını yazan,
büyük İslam alimidir. İsmi, Muhammed bin İsmail bin İbrahîm bin Mugîre bin
Berdizbeh el-Cu’fî el-Buharî’dir. Künyesi, Ebu Abdullah’dır. 194 (m. 810y
senesinin Şevval ayında, Cum’a günü öğleden sonra, Buhara’da doğdu. 256 (m.
870)’de Semerkant’ta Ramazan bayramı gecesi 62 yaşında iken vefat etti. Kabri,
Semerkant’ın Hertenk kasabasındadır.
Hadîs ilminde yüksek derecede olup, üç yüzbinden fazla hadîs-i
şerîfi, senetleriyle birlikte ezbere bilen bir alim olduğu için “İmam”,
Buharalı olduğu için de “Buharî” denilmiş ve “İmam-ı Buharî” ismiyle meşhur
olmuştur.
İmam-ı Buharî, Allahü tealanın salih kullarından idi. Zamanında,
hadîs ilminde kitap ve sünnetin ma’nalarını anlamada, zekada, fıkıh bilgisinin
çokluğunda, zühd ve vera’da, kuvvetli ictihadda ve istinbatta (hüküm çıkarmada)
bir eşi yoktu.
İmam-ı Buharî, ilk tahsiline doğduğu yer olan Buhara’da başladı.
Babası da hadîs ilminde alim olup, dördüncü tabaka ravilerinden idi. O zaman
Buhara önemli ilim merkezlerinden biri idi. İmam-ı Buharî’nin babası, henüz o
küçük yaşta iken vefat ettiğinden yetim kaldı. Salih bir zat olan babasından
çok miras kalmıştır. Babasının ölümü üzerine onu annesi yetiştirdi. Annesi,
İmam-ı Buharî ile kardeşini yetiştirme konusunda oldukça titiz davrandı.
Babalarından miras kalan serveti, onların tahsili ve terbiyesi için harcadı,
duası makbul saliha bir hanım idi. İmam-ı Buharî’nin küçük yaşta gözleri bir
hastalıktan dolayı görmez olmuştu. Annesi tedavi ettirmeye çalıştı ise de,
oğlunun bu körlüğü devam etti. Çocuğunun gözlerinin görmesi için, uzun zaman
dua etti. Bir gece rüyasında İbrahîm aleyhisselamı görüp, dua istedi. İbrahîm
aleyhisselam ona, “Üzülme, Allahü teala oğlunun gözlerini geri verecek” diye
müjdeledi.
Sabah olunca İmam-ı Buharî’nin gözleri tekrar görmeye başladı.
İmam-ı Buharî küçük yaşta iken, Buhara’daki alimlerden ilim
öğrenmeye başladı. Kabiliyeti ve zekasının üstünlüğü ile dikkati çekiyordu. Bu
ilk tahsil yıllarında, hadîs ilmini öğrenmeye karşı ilgi duymaya başlamıştı.
Kendisine hadîs ilmini öğrenmeye nasıl başladığı sorulduğunda; “Bu ilmi
öğrenmeye katipler arasında katiplik yaparak başladım. On yaşına kadar böyle
devam ettim.” cevabını vermiştir. On yaşından itibaren hadîs alimlerinin
derslerine devam etmeye başladı. Henüz onbeş yaşına girmeden, yetmişbin hadîs-i
şerîf ezberlemişti. Bu garip hadiseyi duyanlar, Hakîkaten bu kadar hadîs-i
şerîfi ezberledin mi?” diye sorduklarında onlara, “Evet!” Hatta yetmişbinden
daha fazladır. Ayrıca bu hadîslerin kim tarafından rivayet edildiğini,
ravilerin doğum ve ölüm tarihlerini de biliyorum” dedi. Bu ilimde o kadar
yükselmişti ki, hocaları ile karşılıklı ilmî münazaralarda bulunurlardı.
Nitekim hocası Dahilî, ba’zı hadîs rivayetindeki eksikliklerini onun yardımıyla
tamamlamıştır. Zekasının keskinliği ve hafızasının kuvveti ile etrafındakilerin
hayret ve takdirini kazandı. Onaltı yaşına gelince, Abdullah İbni Mübarek ve
Veki’ bin Cerrah’ın yazdıkları hadîs kitaplarını ezberledi. Bu yaşta, büyük din
alimlerinin yazılaOrın ı zoakmuyaunp abnillhaardssı.a hadîs ilmini öğrenmek
için, meşhur hadîs alimlerinin bulunduğu ilim mer’kezlerine gitmek, ilim
öğrenmek için önemli bir şart idi. Bu sebeple İmam-ı Buharî de 16 yaşından
itibaren, ilim öğrenmek için seyahatlere çıkmıştır. Pek çok ilim merkezine
yaptığı seyahatleri, 40 yaşına kadar devam etmiştir.
Kendisinden şöyle nakledilmiştir: “Onaltı yaşında iken Abdullah
İbni Mübarek’in ve Veki’ bin Cerrah’ın kitablarını ezberledim. Fıkıh ilminde
müctehidlerin, rey ehlinin bildirdiklerini öğrendim. Sonra annem ve kardeşim
Ahmed’le birlikte hacca gittik. Hac farizasını yaptıktan sonra, annemle
kardeşim Buhara’ya döndü. Ben Mekke’de kalıp, hadîs-i şerîf toplamaya başladım.
18 yaşına girdiğimde, Sahabe ve Tabiînin fetvalarını topladım. Bu arada
Medine’ye gittim. Resulullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfi başında, geceleri ay
ışığında “Tarih-ül-kebîr” kitabımı yazdım. Bu kitabda yazdığım ve ismi geçen
her zatın, bende bir kıssası vardı. Kitabı uzatmamak için bunları yazmadım.”
İmam-ı Buharî Mekke’de bulunduğu sırada Abdullah bin Zübeyr el-Hamidî’den Şafiî
fıkhını öğrenmiştir. Ayrıca Tarih-i kebîr’ini yazarken istifade ettiği Sahabe
ve Tabiînin rivayet ve fetvalarını da bu sırada öğrendi.
İmam-ı Buharî’nin ilim için yaptığı seyahatleri 210 senesinde
başlayıp, yıllarca sürmüştür. Gittiği ilim merkezleri; Mekke, Medine, Bağdad,
Basra, Kufe, Mısır, Nişabur, Belh, Merv, Askalar.. Dımeşk, Hums, Rey,
Kayseriyye ve diğer yerlerdir. Gittiği yerlerde, zamanın meşhur hadîs
alimleriyle görüşüp, onlardan hadîs-i şerîf dinliyordu, işittiği hadîs-i
şerîfleri yazıyor ve ekseriyetle ezberliyordu. O kadar kuvvetli zekası ve
hafızası vardı ki, hadîs-i şerîfi bir kere işitince veya okuyunca hemen
ezberliyordu. Haşid bin İsmail şöyle anlatmıştır: “Buharî, işittiklerini küçük
yaşına rağmen yazmıyordu, ama ezberliyordu.
Basra’da bizimle beraber hadîs alimlerini dolaşırdı, biz yazardık,
fakat o yazmazdı. Biz ona yazmamasının sebebini sorar dururduk. Aradan onaltı
gün geçmişti ki bize, “Artık bana sataşmakta çok oldunuz, yazdıklarınızı
getirip gösterin bakalım” dedi. O’na yazdıklarımızı getirdik. O da bize,
onbeşbinden fazla hadîs-i şerîfin hepsini ezberden okuyuverdi. Sonra şöyle
dedi: “Görüyorsunuz ki boşuna gelip, günlerimi heder etmemişim!” O zaman
anladık ki, hadîs ilminde hiç kimse O’nu geçemez.”
Süleyman bin Mücahid şöyle anlatmıştır: “Birgün Süleyman bin Selam
Bikendî’nin yanına gitmiştim.
Yanına varır varmaz: “Biraz önce gelseydin, yetmişbin hadîs-i
şerîf ezberlemiş olan bir çocuk görecektin.” dedi. Bu söz üzerine çok merak
edip dışarı çıktım. Bir çocukla karşılaştım. Bahsedilen çocuk budur diye
düşünerek “Yetmişbin hadîs-i şerîf ezberleyen sen misin?” dedim. “Evet efendim,
daha da fazlasını ve Sahabeden, Tabiînden olup da, rivayet ettiği hadîs-i şerîf
ezberlediğim ravilerin, doğum ve vefat tarihlerini, yaşadıkları yerleri
biliyorum...” dedi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Hadîs öğrenmek için iki defa
Mısır’a ve Şam’a, dört defa Basra’ya gittim. Hicaz’da altı sene kaldım. Hadîs
alimleri ile birlikte Bağdad ve Kufe şehirlerine kaç defa gittiğimi sayamam.”
İmam-ı Buharî, bu seyahatlerinde binden fazla alimden hadîs ve diğer ilimleri
öğrenmiş ve nakletmiştir. Hocalarından bir kısmı şu zatlardır:
Buhara’da; Muhammed bin Selam el-Bikendî, Abdullah bin Muhammed el-Müsnedî,
Muhammed bin Yusuf el-Bikendî, İbrahîm bin el-Eş’as. Mekke’de; Abdullah bin
Zübeyr el-Hamidî el-Mekrî, Ebu Sabit Muhammed bin Abdullah, Ahmed bin Muhammed
el-Ezrakî. Medîne’de; Abdülazîz el-Üveysi, Mutarrif bin Abdullah. Vasıfta; Amr
bin Muhammed bin Avn. Bağdad’da; Süreyc bin en-Nu’man, Muhammed bin Îsa
et-Tabbaî, Ali bin Mensur. Basra’da; Ebu asım en-Nebîl eş-Şeybanî, Bedel bin
el-Minber, Muhammed bin Abdullah el-Ensarî, Ömer bin asım el-Kilabî,
Abdurrahman bin Muhammed bin Hammad, Abdullah bin Gedanî. Kufe’de; Ebu Nuaym
el-Fazl bin Dükayn, Talak bin Ganem, Hasan bin Atiyye, Abdullah bin Musa, Halid
bin Muhalled, Hallad bin Yahya, Ferve bin Ebi’l Magraî. Mısır’da; Sa’îd bin Ebî
Meryem, Abdullah bin Salihîl-katip, Sa’îd bin Tüleyd, Arar bin Rebî’ bin Tarık.
Şam’da; Ebu Meşher, Ebu Nasr-i’l-Feradisî, Rey’de; İbrahîm bin Musa el-Hafız,
Merv’de; Ali bin el-Hasen bin Şekik, Abdan bin Osrnan el-Mervezî, Muaz bin
Esed, Sadaka bin el-Fazl. Nişabur’da; Yahya bin Yahya, Bişr bin el-Hakem,
Muhammed bin Yahya, ez-Zühlî. Kayseriyye’de; Muhammed bin Yusuf el-Feryabî.
Hums’ta;
Ebü’l-Mugîre, Ahmed bin Halidî Vehbî, Ebü’l-Yeman, Yahya
el-Vehazî, Ali bin Ayaş. Askalan’da; adem bin Ebî Ayaş. Ayrıca Ali bin
el-Medînî, Ahmed bin Hanbel, Yahya bin Maîn, İsmail bin İdris el-Medînî, İshak
bin Raheveyh, Süleyman bin Harb, Ebu Gassan en-Nehbî, Ubeydullah bin Musa
el-Absî, Abdullah bin Muhammed el-Müsnedî, Abdülkuddüs bin el-Haccac ve
diğerleri.
İmam-ı Buharî hazretleri, hadîs-i şerîflerin ravilerini çok
inceler, dînin emirlerine uymayan, edeblerini gözetmeyen, ahlakında bir kusur
olan kimselerin rivayet ettiği hadîs-i şerîfleri almazdı. Hadîs-i şerîfin
metnini ezberlediği gibi, o hadîs-i şerîfi rivayet eden zatların künyesini,
doğum-ölüm tarihlerini, ahlakını, yaşayışını, kimden rivayette bulunduğunu, o
raviden başka kimlerin hadîs-i şerîf aldığını hep öğrenir, ezberlerdi. Bir
kimse hadîs rivayetinde ve ravilerin senedinde hataya düşse, hemen İmam-ı
Buharî hazretlerini bulur, doğrusunu ondan öğrenirdi.
İmam-ı Buharî’den hadîs-i şerîf işitip, rivayet edenlerin sayısı
doksanbinden fazladır. Gittiği her yerde, etrafı hadîs-i şerîf almak ve
öğrenmek isteyenlerle dolup taşardı. Nişabur’a gittiğinde kendisini dörtbin
kişi karşılamıştır.
İmam-ı Buharî’den hadîs-i şerîf rivayet eden hadîs alimlerinden
bir kısmı şu zatlardır:
Ebu Îsa et-Tirmizî, İbn-i Ebî Davud, Muhammed bin Nasru’l-Mervezî,
Müslim bin Haccac, Salih bin Muhammed, İbrahîm bin İshak el-Harbî, Ebu Bekir
bin Huzeyme, Ebu Zür’a, Ebu Kays Muhammed bin Cum’a bin Sa’îd, en-Nesaî,
Muhammed bin Ahmed ed-Dülabî, Ebu Hatim İbni Ebiddünya, el-Fazl bin Abbas
er-Razî, Ebu Kureyş Muhammed bin Cum’a-el-Kühistanî, Muhammed Yusuf el-Firebrî
ve diğerleri.
İmam-ı Buharî ömrünün son yıllarında, Nişabur’a döndüğünde,
ilimdeki üstünlüğünü bilenler etrafında toplanmıştı, ilim meclisine devam
edenlerin çokluğu ve gördüğü itibar, ba’zı kimselerin kıskanmasına ve hoş
olmayan tutum içine girmelerine sebep olmuştur. Bundan dolayı Nişabur’dan
ayrılıp, Buhara’ya gitti. Buhara’ya varınca vali Halid bin Ahmed, İmam-ı
Buharî’ye haber gönderip, eserlerini alıp, yanına gelmesini, onları bizzat
kendisinden dinlemeyi istediğini bildirdi. Ayrıca kendi çocukları için hususî
hadîs-i şerîf dersi vermesini istedi. İmam-ı Buharî, valiye şöyle cevap verdi:
“Ben ilmi, emîrin kapısına götürüp zelîl etmem. Eğer ilmi istiyorsan, mescidde,
yahud evimdeki ilim meclisinde hazır bulun. Bu sözümü kabul etmezsen, beni
kürsüde ders vermekten men et ki, ben Allah katında ma’zur olayım. Halbuki ben,
Nebi efendimizin (s.a.v.) “Her kime bir ilimden sorulur, o da onu gizlerse,
kıyamet günü ateşten bir gem vurulur” hadîs-i şerîfi gereğince, ilmi
gizleyemem.” Çocukları için hususî ders vermesini istemesine karşı da şöyle
cevap verdi:
“Ben, bir kısım kimseleri hadîs-i şerîf dersinden men edip, birkaç
kişiye ders veremem.” Bunun üzerine vali, İmam’ın Buhara’dan çıkması emrini
verdi. İmam-ı Buharî, valiyi Allahü tealaya havale edip,
Buhara’dan çıktı. Aradan bir ay geçmeden bu vali görevinden
alındı. Bir merkebe bindirilip, şehri dolaştırılması ve “Kötü işler yapanın
sonu işte budur” diye bağırılması emri geldi. Valinin sözlerine uyarak, İmam-ı
Buharî’ye çeşitli eza ve cefalarda bulunan kimselerin de her birine, insanların
ders ve ibret alacakları çeşitli belalar isabet etti.
İmam-ı Buharî hazretlerinin Buhara’dan çıkış haberi üzerine,
Semerkantlılar kendisini da’vet ettiler.
Giderken yolda Semerkantlılar’dan bir kısım insanların kendisini
isteyip, bir kısmının istemediği haberim alınca, Harteng’de akrabalarının
yanında kaldı. İşin iç yüzünü öğrenmek istemişti. İnsanların bu halinden kalbi
daraldı ve canı sıkıldı. Teheccüd namazından sonra ellerini açıp, “Ya Rabbî!
Yeryüzü bu genişlikle bana dar oldu. Beni tarafına al” diye dua etti. O ay,
orada hastalandı ve Ramazan Bayramı gecesi Semerkant’dan 72 kilo metre
uzaklıkta, olan Harteng’de vefat etti. Kabri oradadır.
Abdülvahid bin adem Tevavisî şöyle anlatmıştır:
“Nebi efendimizi (s.a.v.) rü’yamda gördüm. Eshab-ı kiramdan
ba’zıları ile beraber bir yerdedurdular. Yanlarına gelip selam verdim. Selamımı
aldılar. Daha sonra burada durmalarının hikmetini sordum. Buyurdular ki:
“Muhammed bin İsmail Buharî’yi bekliyorum.” Birkaç gün sonra İmam-ı Buharî
hazretlerinin vefat ettiğini öğrendim. Hesab ettim. Nebi efendimizi gördüğüm
zaman vefat etmişti.”
İmam-ı Buharî vefat ettikten sonra, elbisesi soyuluncaya kadar
garip bir şekilde terledi. Ölümünden önce “Beni üç parça beyaz bez ile
kefenleyiniz” diye vasiyyet etmişti. Cenazesi yıkanıp kefenlendi ve namazından
sonra defn edildi. Vefat ettiğinde 62 yaşında idi. Ebced hesabıyla doğum tarihi
Sıdk kelimesi:
194, ölüm tarihi ise, Nur kelimesi: 256’dır. Vefatından birkaç gün
sonra, mezarından güzel bir koku çıkmaya başladı ve günlerce devam etti.
Mezarına doğru bilezik gibi bir ışık halesi indi. Görenler hayret ettiler,
hücum edip toprağından götürmeye başladılar. Öyle ki, kabir açılacak duruma
geldi. Her ne kadar mezarı korumak için bekçi tutulmuşsa da, halkın hücumu
önlenemedi. O zaman mezarın çevresine ağaçtan bir engel yaptılar. Böylece
gelenler o engelden geçip kabre yanaşamadılar.
Reca bin Murcî, “O, Allahü tealanın yeryüzünde yürüyen
ayetlerinden bir ayet idi” demiştir.
Necm bin Fadl anlatır: “Rü’yamda Nebi efendimizi gördüm. İmam-ı
Buharî hazretleri arkasında idi. Resulullah efendimiz bir adım hareket etse o
da bir adım atıyor. Ayağını Resulullahın (s.a.v.) kaldırdığı yere koyuyor, onun
izi üzerinde, İmam-ı Buharî, gerek akranlarının ve gerekse hocalarının sonsuz
iltifatlarına kavuşmuştur. Ahmed İbni Hanbel, Horasan’ın, onun gibi birisini
yetiştirmediğini söylemiş; Ali İbnu’l-Medînî de “İmam-ı Buharî, kendisi gibi
birisini görmemiştir” demiştir. Ahmed İbn-i Hamdün ise, İmam-ı Müslim’in,
İmam-ı Buharî’ye gelip, ilimdeki üstünlüğünü görerek alnından öptüğünü, sonra
da ona şöyle dediğini nakletmiştir: “Müsaade et de, ayaklarını da öpeyim, ey
üstadların üstadı, muhaddislerin efendisi, hadîs illetlerinin tabîbi.” Bundan
sonra İmam-ı Müslim, bir hadîs hakkında sual sormuş, cevabını aldıktan sonra da
ona şöyle demiştir: “Sana, yalnız hased edenler düşman olur; şehadet ederim ki,
dünyada senin bir eşin daha yoktur.”
İmam-ı Buharî’nin (r.a.) ibadetteki huşuu ve ihlası, o kadar fazla
idi ki, bir defa namaz kılarken bir arı, kendisini tam on yedi defa soktuğu
halde namazını bozmadı. Çünkü onun soktuğunu duymuyordu.
İmam-ı Buharî’ye babasından çok mal, para kalmıştı. Herkese iyilik
ederdi. Çok cömerd idi. Mürüvvet, vera’ ve ihtiyat sahibi idi. Fakîrlere çok
sadaka verir, talebelerinin ihtiyaclarını kendisi karşılardı.
Kendisi çok az yer, günde iki-üç badem ile iktifa ederdi. Dört
sene hiç yemek yemeyip, sadece ekmek ile idare etti. Bir zaman hastalandı.
Doktorlar, “Bu hastalık, sadece kuru ekmek yemekden meydana gelmiştir”dediler.
Bundan sonra bir bardak su ve ekmek ile idare etti. Babası, “Malıma, bir dirhem
haram ve şüpheli malın karıştığını bilmiyorum” dediği için, helal mal olarak
bildiği, yalnız babasının malından yerdi.
İmam-ı Buharî hazretleri, bayram günleri hariç bütün yılını oruçla
geçirirdi. Şüphelilerden daima kaçardı. Gıybetten çok korkardı. Buyurdu ki;
“İsterim ki Rabbime kavuştuğumda hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey
için kimse beni aramasın.” Gecenin ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar
ilim ve ibadetle meşgul olurdu. Üç günde bir hatim ederdi. Sonra duasını yapıp;
“Her hatim sonunda yapılan dua makbuldür” buyururdu.
İmam-ı Buharî (r.a.) Bağdad’a geldiğinde, orada bulunan hadîs
alimlerinden çoğu toplanıp, Hz. İmam-ı imtihan etmek istediler. Yüz tane
hadîs-i şerîfin metin (Nebi efendimizin mübarek sözleri ve sened (bir hadîs-i
şerîfi nakleden zatların isim silsilesi kısımlarının yerlerini değiştirdiler.
Bu şekilde değiştirdikleri hadîs-i şerîflerden, bir kişiye on hadîs-i şerîf
vererek, on kişiyi İmam-ı Buharî’ye (r.a.) gönderdiler.
Bu kimseler, Hz. İmam’ın bulunduğu meclise gelip, her birisi
yanlarında bulunan hadîs-i şerîfleri okuyup, “Bu hadîs-i şerîfi biliyor
musunuz?” diye sordular. Hz. İmam-ı Buharî, “Bu söylediğiniz şekilde bir
hadîs-i şerîf bilmiyorum” buyurdular. On kişi, onar hadîs-i şerîfi okuyup
bitirdikleri zaman, İmam-ı Buharî (r.a.) birinci kimseye dönüp, “Senin okuduğun
birinci hadîs-i şerîfin metni böyle, isnadı da şöyledir diyerek, onların
okudukları sıra ile birden yüze kadar hadîs-i şerîfleri, sened ve metinlerini
doğru olarak okudu. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi, Muhammed Buharî’nin
(r.a.) hafızasının kuvvetliliğini, hadîs ilmindeki yüksekliğini anlayıp kabul
ettiler.
Ebu Bekir Medînî şöyle anlatmıştır: “Birgün Nişabur’da İshak bin
Raheveyh’in yanında idik. İmam-ı Buharî de vardı. İshak bin Raheveyh bir
hadîs-i şerîf okudu. Bu hadîs-i şerîfi Ata Keyharanî yazıp, rivayet etmişti.
İshak bin Raheveyh İmam-ı Buharî’ye dönüp, “Keyharan neresidir?” dedi. İmam-ı
Buharî de “Yemen’de bir köydür. Hz. Muaviye bin Ehî Süfyan, Eshab-ı kiramdan
birini oraya göndermişti. Ata Keyharan ondan iki hadîs-i şerîf işitmişti” dedi.
Bunun üzerine İshak bin Raheveyh “Ey Eba Abdullah (Buharî), sanki sen
aralarında yaşamış gibi bildin” dedi.
0a
Yusuf bin Musa şöyle anlatmıştır: “Basra Camii’nde idim. Birisi,
ey ilim ehli, Muhammed bin İsmail Buharî Basra’ya teşrif etmiştir. İlminden
istifade etmek isteyenler gelsin, diye bağırdı. Gidip baktık ki, genç bir zat
direk arkasında namaz kılıyordu. Namazını bitirdikten sonra, büyük bir kalabalık
etrafını sardı. Oturup, kendilerine hadîs-i şerîf yazdırmasını istediler. O da
bu isteklerini kabul edip, onlara söyleyip, yazdırdı. Sonra, onun geldiğini
bağırarak ilan eden kimse tekrar bağırıp, Yarın da falan yerde hadîs-i şerîf
imla ettirecek (yazdıracak) dedi. Ertesi gün fıkıh alimleri, hadîs alimleri ve
diğer alimler, İmam-ı Buharî’nin yanına geldiler. Etrafında toplananlar bin
kişi kadardı. Ondan hadîs-i şerîf yazmak için bekliyorlardı. İmam-ı Buharî
yazdırmaya başlamadan önce bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında “Ey Basra ehli!
Ben genç birisiyim. Benden hadîs-i şerîf işitmek istediniz. Size herkesin
istifade etmesi için, bu Basra’da yetişen alimlerden rivayet ettiğim hadîs-i
şerîfleri yazdıracağım” dedi. Oradakiler bu sözleri hayretle dinlediler. İmam-ı
Buharî bu sözlerinden sonra etrafını saran büyük kalabalığa hadîs-i şerîf
yazdırmaya başladı. Sizin Basra şehrinden olan Abdullah bin Osman bin Hable bin
Ebî Revad’dan naklediyorum. O da Şu’be’den, o da Mansur’dan ve diğer
ravilerden, onlar da Salim bin Ebî Ca’d’dan, bu da Enes bin Malik’in şöyle
dediğini nakletmiştir: Bir köylü Nebî’ye (s.a.v.) gelip; “Ya Resulallah, insan
kavmini sever” dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) “Kişi sevdiği ile
beraberdir” buyurdu. Bundan sonra İmam-ı Buharî şöyle devam etti: “Bu hadîs-i
şerîf, sizde bu rivayet yoluyla yok, siz bunu Mansur’un, Salim’den rivayeti ile
biliyorsunuz” dedi. Sonra yazdırmaya devam ederek yazdırdığı her hadîs-i şerîf
için, “Siz bunu şu ravilerin rivayetiyle biliyorsunuz” diyerek hem kendi
rivayet ettiği ravi zincirini saydı, hem de Basralıların, aynı hadîs için
bildikleri diğer rivayet zincirini söyledi...” Eserleri:
1- “Cami-üus-Sahîh”; en büyük ve en meşhur eseri budur. Sahîh-i
Buharî ismiyle tanınmıştır. Hadîs-i şerîfleri toplayan en kıymetli kitabdır.
İslam alimleri söz birliği ile, “Kur’an-ı kerîmden sonra en sahîh kitap Sahîh-i
Buharî’dir” buyurmuşlardır. Sahîh hadîsleri toplayan ilk hadîs kitabıdır.
İmam-ı Buharî, bu eserine (Sahîh) denilmesinin sebebini şöyle
anlatıyor: “Rü’yamda Nebi
efendimizi gördüm. Karşılarında oturuyordum ve elimde bulunan
yelpazeyi sallayıp, mübarek vücudunu serinletiyor, mübarek yüzüne yaklaşmak
istiyen sinekleri uzaklaştırıyordum. Büyük zatlar bu rü’yamı,
“Sen, Nebiimiz aleyhisselamın hadîs-i şerîflerini, O’nun (s.a.v.)
sözü imiş gibi uydurulan yalanlardan ayırırsın”; şeklinde açıkladılar. Bundan
sonra, çok uğraşarak, sahih hadîsleri topladım ve bu şekilde meydana gelen
eserin ismi (Sahîh) oldu.”
Bu kitabı, Mescid-i Haram’da yazdı. Her hadîs-i şerîfi yazmadan
önce istihare yapmıştır. Zemzem suyu ile gusledip, Ka’be’de, makamın gerisinde
iki rek’at namaz kılıp, koyduğu sağlam usullere göre, sahîh olduğu kesin olarak
belli olan hadîs-i şerîfleri yazmıştır. Bu kitabı müsveddeden temize çekme
işini de, Medîne-i münevverede Nebi efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîfi ile
minberi arasında “Ravdaı mutahhara”da yaptı. Bu eserini nasıl yazdığını kendisi
şöyle anlatmıştır: “Cami-üs-Sahîh kitabını, altıyüzbin hadîs-i şerîf arasından
seçtim. Her hadîs-i şerîfi kitaba koymadan önce gusledip, iki rek’at namaz
kılıp, istihareye yattım. Ondan sonra hadîs-i şerîfi kitaba koydum. Bunları
yapmadan hiçbir hadîsi yazmadım. Bu kitabı 16 yılda tamamladım.” Bu kitapda
7275 hadîs-i şerîf vardır. Rumuzu “Hı” harfidir.
İmam-ı Buharî: “Bu kitabta, sahîh hadîsleri bildirdim. Bununla
beraber almadığım, ya’nî bu kitapta olmayan hadîsler, bunlardan çok fazladır”
buyurmuştur.
Kütüb-i sitte denilen, altı sahîh hadîs kitabının en başta geleni,
Sahîh-i Buharî’dir. Bu eserde sahîh hadîsler, sika (güvenilir, sağlam)
ravilerin rivayetleri toplanmıştır. Bu hadîs-i şerîfler, rivayet hususunda
raviler arasında ihtilaf bulunmayan hadîs-i şerîflerdir. Böylece ravi zinciri
birbirine bağlanarak, asıl kaynağına gidilmiştir.
Buharî-i şerîf 97 kitaba ve 3450 baba ayrılmıştır. Bu bölümler
İbadat, muamelat, siyer, megazî, mu’cizat ve Kur’an-ı kerîm ayetlerinin
tefsîrine dairdir. Fıkhî mes’elelere önem verilmiş olup, metinler arasında
fıkıha dair izahlar yer almıştır.
Buharî-i şerîfin, Ali el-Yununî tarafından istinsah edilen metni
muteber olmuştur. Dikkat ve titizlikle yazılan bu nüshanın aslı, Kahire’de
Akboğa Medresesi kütüphanesindedir. Bundan başka, çok yazma nüshaları da
vardır.
Ebu Muhammed Musenî (r.a.), Kur’an-ı kerîmi ve Sahîh-i Buharî’yi
ta’zîm ve hürmet için, baştan sona kadar altın suyu ile yazdı. Allahü tealanın
kitabına ve Resulullahın (s.a.v.) sünnetine olan hürmet ve bağlılığının çokluğu
sebebi ile, yapmağı göze aldığı bu çok zor ve ağır çalışma neticesinde, dokuz
cildlik bir eser meydana geldi.
Sahîh-i Buharî’nin çeşitli baskıları yapılmış olup, ilk baskısını
1894 senesinde ikinci Abdülhamîd Han yaptırmıştır. Abdülhamîd Han,
İstanbul’daki yazma nüshalarını Mısır’a gönderdi. Mısır’da kurulan bir ilim
heyeti tarafından, metinler incelendi. Nüsha farkları işaretlenmek suretiyle,
Yununî nüshası esas alınarak, Bulak’ta Emiriyye Matbaasında basıldı.
Sahîh-i Buharî’nin pek çok şerhi yapılmıştır. Bu şerhlerden en
meşhurları şunlardır:
1-Aynî Şerhi: Umdet-ül-karî, Bedrüddin Aynî tarafından
yapılmıştır. 25 cüz halinde basılmıştır.
2-İrşad-üs-sarî: İmam-ı Kastalanî tara fından yapılmıştır.
Matbudur.
3-Feth-ül-barî: İbn-i Hacer Askalanî tarafından yapılmıştır. 14
cilddir. Matbudur.
4-Kirmanî Şerhi: Şemsüddin Muhammed bin Yusuf Kirmanî tarafından,
el-Kevakib-üd-dürarî ismiyle yapılan şerhdir. Matbudur.
5-Hattabî Şerhi: Ahmed bin Muhammed el-Hattabî, İ’lam-üs-Sünen
ismiyle şerh etmiştir.
Zeyn-üd-dîn Ahmed Zebîdî de mükerrer rivayetleri birleştirerek, Buharî-i
şerîfi “Tecrid-i Sarih” ismiyle kısaltmıştır.
Bir kimse, Buharî-i şerîfi hangi niyetle baştan sona kadar okuyup
hatmederse, maksadı, en güzel şekilde hasıl olur. Taun hastalığı zamanlarında
bir evde okunsa, Allahü teala o evde bulunanları taundan muhafaza eder.
Sözleri dinde senet olan çok yüksek alimlerden bir çoğu, dert ve
belalardan, hastalık ve sıkıntılardan kurtulmak ve bir çok şeylere kavuşmak
için, Buharî-i şerîfi okuyup vesîle etmişlerdir. Böylece maksadlarını da elde
etmiş ve onu kendileri için ilaç kabul etmişlerdir. Hadîs alimlerinden bir zat
şöyle anlatıyor: “Karşılaştığımız müşkül hallerde, kendim ve başkalarının
sıkıntıdan kurtulmamıza vesîle olması için, yüzyirmi defa kadar Buharî-i şerîf
okudum. Her defasında hangi niyet ile okumuş isem, maksadım hasıl oldu. Bu
kitap hangi evde bulunursa, evi yanmaktan, hangi gemide bulunursa, o gemiyi
batmaktan Allahü teala korur.”
2.Tarih-ül-kebîr: Hadîs ricaline ait olup, hadîs-i şerîf
ravilerinin hayatlarını ve hadîs ilmindeki durumlarını inceleyen bir eserdir.
Sahasında ilk yazılan eserlerdendir. İmam-ı Buharî bu eserini, 18 yaşında iken,
Nebiimizin (s.a.v.) kabri başında geceleri ay ışığında yazmıştır. Kendisi bu
eseri hakkında şöyle demiştir:
“Bu eserimi üç defa gözden geçirdim. Öyle inceledim ki, eğer
ondaki isnadlardan (senet) biri çıkarılsa, ehli olanlar bile onu anlayamaz.
Gayet dikkatli ve sağlam hazırladım.” İshak bin Raheveyh bu kitabı alıp,
Abdullah bin Tahir’e göstererek, böyle harika bir eser gördün mü? demiştir. O
da inceleyip, kitabın üstünlüğü karşısında hayrete düştüğünü belirtmiştir. Bu
eser Haydarabad’da 1941-1954 senelerinde dört cild halinde, 1959-1963
senelerinde de üç cild halinde basılmıştır.
3.Tarihu’l-evsat: Tarihu’l-kebîr’in kısaltılmışıdır.
4.Tarih-üs-sagîr Tarihu’l-kebîr’in bir özetidir.
5.Kitabu zuafais-sagîr: Zayıf ravilerin hallerinden bahseder.
6.Et-Tarihu fî ma’rifetiruvatü’l-hadîs ve mükatü’l-asar-ı
ve’s-sünen ve temyizu sikatihin min züafaihim ve tarihu vefatıhim.
7.Et-Tevarihu’l-ensab: Ba’zı şahısların özel hallerinden bahseder.
8.Kitabü’l-kuna: Ravilerin künyelerinden bahseder.
9.Edebü’l-müfred: Ahlak hadîslerini toplayan bir eserdir.
10.Ref-ul-yedeyn fi’s-salati.
11.Kitabu kıraati halfi imam.
12.Halku’l-efali’-ibadî ve reddi ale’l-Cehmiyye: Cehmiyye
mezhebinin görüşlerini reddeden bir kitaptır.
13.El-Akideyahutet-Tevhîd: Akaid konu sunda yazılmış bir eserdir.
14.Abarü’s-sıfat: Hadîsle ilgili bir eserdir.
15.Birrü’l-valideyn.
16.El-Cami-ul-kebîr.
17.Et-Tefsîr-ül-kebir.
18.Kitab-ül-hibe.
19.Kitab-ül-eşribe.
20.Kitab-ül-mebsut.
21.Kitab-ül-ilel.
22.Kitab-ül-fevaid.
23.Esma-üs-Sahabe.
İmam-ı Buharî hazretlerinin rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bir
kısmı şunlardır:
“Allahü teala, iyiliklerin ve fenalıkların yazılmasını emretti.
Sonra bunları açıkladı. Bir kimse bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa,
Allah kendi nezdinde o kimse için tam bir iyilik sevabı yazar ve bu sevabı
yediyüze ve daha fazlasına kadar çıkarır. Ve eğer fenalık yapmaya
niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah onun için tam bir iyilik
sevabı yazar. Eğer kötü işe hem niyetlenir, hem de onu yaparsa, Allah o kimse
için bir günah yazar.”
“Sizden evvel geçenlerden üç kişi yola çıktılar, geceyi geçirmek
için bir mağaraya girdiler.
Derken dağdan bir taş düştü ve mağaranın ağzını kapattı. Bunun
üzerine şöyle dediler: “İyi amellerimizle dua etmekden başka bizi buradan kimse
kurtaramaz.” içlerinden birisi, “Allahım, benim çok ihtiyar annem ve babam
vardı. Onlardan evvel, ne çocuklarıma, ne de hayvanlarıma bir şey içirmezdim.
Günün birinde odun toplamak için uzaklara gitmiştim. Onlar uyuyuncaya kadar
dönemedim. Akşam kahvaltılarını hazırladım, fakat onları uyumuş buldum. Onları
uyandırmayı ve onlardan evvel ailece akşam sütü içmeyi hoş görmedim. Çanak
elimde olduğu halde, onların uyanmalarını bekledim. Nihayet sabah ışıdı.
Çocuklar ayaklarımın altında açlıktan ağlıyorlardı. Derken annem, babam
uyandılar ve akşam sütlerini içtiler. Allahım! Eğer bu işi senin rızan için
yapmışsam, bu taştan çektiğimiz belayı bizden uzaklaştır dedi. Taş bir parça
açıldı. Lakin çıkılacak gibi değildi, ikincisi şöyle dedi: “İlahî! Amcamın bir
kızı vardı ki, onu herkesten ziyade seviyordum. (Bir rivayete göre; bir erkek
bir kadını ne kadar sevebilirse, ben de o kadar seviyordum.) Onunla birleşmek
istedim. Lakin teklifimi kabul etmedi. Bir kaç sene sonra bir kıtlığa uğrayınca
bana başvurdu. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona yüz yirmi altın verdim.
Kabul etti. Bu suretle fırsat elverince, “Allahtan kork da, haksız olarak bana
yaklaşma” dedi. Ben de Allahtan korkarak, bu çok sevdiğim kadından uzaklaştım,
verdiğim altınları da ona bıraktım. Allahım, eğer bu işi sırf senin rızanı
kazanmak için yapmış isem, içinde bulunduğumuz belayı üzerimizden gider” diye
yalvardı. Mağaranın kapısı biraz daha açıldı. Yine çıkabilecek derecede
değildi. Üçüncü şahıs da şöyle dedi: “Allahım! Ücretle amele tuttum ve
ücretlerini verdim. Lakin, yalnız biri ücretini alamadan bıraktı, gitti. Ben de
onun ücretini çalıştırıp ürettim. O işçinin nam ve hesabına mal çoğaldı. Bir
müddet sonra o adam yanıma gelerek, (ücretimi ver) dedi. Ben de, “Şu gördüğün
deve, öküz, koyun, senin ücretinden üremiştir, al götür” dedim. O da,
“Ey Allahın kulu. Benimle alay etme” dedi. “Seninle alay
etmiyorum, doğruyu söylüyorum” dedim. Bunun üzerine malları aldı ve hepsini
sürüp götürdü. Hiçbir şey bırakmadı, ilahî! Eğer bunu senin rızan için
yapmışsam, içinde bulunduğumuz belayı üzerimizden def et” dedi. Taş mağaranın
ağzından kaydı, onlar da çıkıp yürüdüler.”
“Kulunun tövbesinden dolayı Allahü tealanın sevinci, sizden
birinizin ıssız çölde devesini kaybedip de, tekrar bulduğundaki sevincinden
daha fazladır.”
“Güçlü kinişe insanları güreşte yenen değil, belki hiddet anında
kendisini zapteden, iradesine sahib olandır.”
“Benî İsrail’de ala tenli, kel ve kör üç kimse vardı. Allahü teala
bunları sınamak (ya’nî durumlarını kendilerine göstermek) istedi. Bunlara bir
melek gönderdi. Melek, ala tenliye geldi.
“En ziyade ne istiyorsunuz?” diye sordu. Ala tenli, “Güzel renk ve
güzel deri, beni insanlara iğrenç gösteren şeyin, benden giderilmesini isterim”
dedi. Melek hemen onu sıvadı iğrenç hal ondan gitti ve rengi güzelleşti. Melek
ona, “Hangi malı en çok seviyorsun?” dedi. Ala tenli adam “Deveyi yahud ineği”
dedi. (Bunun hangisini söylediği hakkında ravinin tereddüdü vardır.) Ona, on
aylık gebe bir dişi deve verildi ve melek, “Allah bunu senin için bereketli
kılsın” dedi. Sonra kelin yanına gitti ve “En ziyade arzuladığın şey nedir?”
diye sordu. O da “Güzel saç ve insanları benden iğrendiren bu şeyin benden
giderilmesi” dedi. Melek hemen onu sıvadı, iğrenç hal ondan gitti ve güzel saç
bitti. Sonra melek ona, “Hangi malı çok seviyorsun?” dedi. “İneği en çok seviyorum”
dedi. Ona, gebe bir inek verildi. Melek, “Allah, bunu senin için bereketli
kılsın” dedi. Sonra körün yanına geldi ve “En ziyade ne arzu ediyorsun?” diye
sordu. Kör “Cenab-ı Hak benim gözlerimi iade etsin de, insanları göreyim” dedi.
Bunun üzerine melek, bunun gözünü sıvadı. Allahü teala körün gözünü iade etti.
Melek, “En ziyade hangi malı seviyorsun?”
dedi. “En ziyade koyunu seviyorum” dedi. Bunun üzerine kendisine
üreyebilen koyun verildi.
Bu hayvanlardan deve ve inek yavruladı. Koyun kuzuladı. Bu üç kimseden
birinin bir vadiyi dolduran devesi, öbürünün bir vadiyi dolduran ineği ve
diğerinin bir vadiyi dolduran koyunu oldu. Sonra melek, tekrar dönüp ala
tenli’nin eski kıyafetine bürünerek, onun yanına geldi ve “Fakîr adamım, yoluma
devam etmek imkanlarım kalmadı. Bu sebeple bu gün ulaşmak istediğim yere ancak
Allahın, sonra senin yardımın sayesinde varabileceğim. Rengini ve cildini
güzelleştiren zatın hakkı için, senden bir deve istiyorum ki, onunla seferimi
sonuna erdireyim”
dedi. Ala tenli adam “Verilmesi lazım gelen yer çok” dedi. Bunun
üzerine melek, “Ben seni tanır gibi oluyorum. Sen ala tenli idin, insanlar
senden iğrenirlerdi, Fakîrdin. Allah sana mal verdi, değil mi?” dedi. Ala tenli
adam, “Mal bana dedemden, babamdan miras olarak intikal etti” dedi. Melek,
“Eğer yalan söylüyorsun, Allah seni evvelki haline koysun” dedi. Kelin
kılıkkıyafetine girerek, onun yanına geldi. Buna da ötekine söylediği gibi
söyledi. Bu da öteki gibi cevab verdi. Melek buna da, “Eğer yalan söylüyorsun,
Allah seni evvelki haline iade etsin”
dedi. Körün kılık kıyafetine girerek, onun yanına geldi ve “Yolcu
ve fakîr bir adamım. Seferimi devam ettirmek çareleri kalmadı. Bugün ancak
Allahın, sonra senin yardımın sayesinde maksada varabileceğim. Senin gözlerini
iade eden zat hakkı için, senden bir koyun isterim ki, onunla seferimi devam
ettireyim” dedi. Bunun üzerine kör şöyle dedi: “Ben kördüm. Cenab-ı Allah
gözlerimi iade etti. Bunun için istediğini al, istediğini bırak. Allaha yemin
ederim ki, Allah için aldığın hiçbir şeyde sana müşkülat çıkarmıyacağım” dedi.
Melek “Malın senin olsun. Bu sizin için bir imtihandı. Allah senden razı oldu
ve arkadaşlarına gazab etti” dedi.” “Allahü teala buyurdu ki: (Bir kimse benim
velîlerimden birine düşmanlık ederse, ona karşı harb ilan ederim)” “Münafığın alameti üçtür: Söylerse yalan
söyler. Söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet
eder.”
“Bir kimse kardeşinin haysiyetine, yahud malına haksız olarak
taarruz etmiş ise, altın, gümüş bulunmayan (paranın geçmediği) günden
(kıyametden) evvel onunla helallaşsın. Aksi takdirde yaptığı zulüm nisbetinde,
onun iyi amellerinden alınıp, hak sahibine verilir, iyiliği yoksa, hak
sahibinin günahından alınıp, haksızlık eden, adama yükletilir.”
“Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulm
etmez ve onu düşman eline vermez, (himaye eder). Her kim müslüman kardeşinin
yardımında bulunur ve onun ihtiyacını temin ederse, Allah da ona yardım eder.
Her kim, bir müslümanın sıkıntılarından birini giderirse, cenab-ı Hak buna
mukabil, ondan kıyamet sıkıntılarından birini def eder. Her kim, bir müslümanın
ayıbını örterse, Allahü teala ahırette onun ayıbını örter.”
“Hepiniz çoban ve muhafızsınız, maiyetinizde bulunanların
hukukundan mes’ulsünüz. İş başındakiler de muhafızdır, me’murlarından
mes’uldür. Kadın da kocasının evinde bir muhafızdır.
O da ondan mes’uldür. Hülasa, hepiniz muhafızsınız ve maiyetinizdekilerden
mes’ulsünüz.” İbn-i Mes’ud (r.a.) Nebi
efendimize (s.a.v.) “Allah katında en sevgili amel hangisidir?” diye sordu.
Nebi aleyhisselam, “Vaktinde eda olunan namazlar” buyurdu. “Namazdan sonra
hangi amel daha sevgilidir?” diye sordu. “Ana babaya iyilik etmekdir” buyurdu.
“Bundan sonra hangisidir?” diye sorunca Nebi efendimiz (s.a.v.), “Allah yolunda
cihaddır” buyurdular.
“Büyük günahlar; Allaha şerik koşmak, ana ve babaya asî olmak,
haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir.”
Bir kimse Nebi efendimize gelerek “Ya Resulallah! Bir kavmi seven,
fakat onlar gibi amel edemiyen kimse hakkında ne buyurursunuz?” diye sordu.
Resulullah (s.a.v.), “İnsan sevdiği ile beraberdir” buyurdular.
“Yedi sınıf insan vardır ki, Allahü teala onları hiç bir gölge
bulunmayan günde, Arş’ının gölgesinde gölgelendirir. 1. Adaletli devlet reisi,
2. Allahü tealaya ibadetle büyüyen genç, 3.Kalbi mescidlere bağlı kimse, 4.
Birbirini Allah için seven, Allah için bir araya gelen, Allah için ayrılan iki
kişi, 5. Mevki sahibi olan güzel bir kadın tarafından, arz-ı nefs için
çağırıldığı halde (Ben Allahtan korkarım) cevabı ile mukabele eden kimse, 6.
Sağ elinin verdiği sadakayı sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka veren
kimse, 7. Tenha yerde Allahı zikrederek, gözleri yaşla dolup taşan kimsedir.”
Resul-i ekrem (s.a.v.) devesinin terkisine bindirdiği Muaz’a
(r.a.) üç defa “Ya Muaz!” diye hitab etti.
O da her defasında, “Lebbeyk (buyur) ya Resulallah” dedi. Bunun
üzerine, “Bir kimse, Allahtan başka Hak ma’bud olmadığına ve Muhammed’in
(s.a.v.) Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna, samîmi olarak şehadet ederse, Allah
ona Cehennemi haram eder” buyurdu. Muaz (r.a.) “Ya Resulallah! Bu müjdeyi halka
haber vereyim de sevinsinler” deyince, Nebi efendimiz, “Söylersen onlar buna
güvenirler. (faydalı iş yapmaz olurlar)” buyurdu. Muaz (r.a.) (Mes’uliyetinden
korktuğu için) vefat ederken bunu söyledi.
Bir kimse, Nebi (s.a.v.) efendimize gelerek “Açlıktan takatim
kesildi” dedi. Nebi efendimiz (s.a.v.) zevcelerinden birine haber gönderdi. O
da “Seni Hak Nebi olarak gönderen Allaha yemin ederim ki, yanımda, sudan başka
birşey yoktur” dedi. Diğerine gönderildiğinde, o da evvelki gibi cevap verdi.
Hatta hepsi aynı cevabı verdiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), “Bu gece
bunu kim misafir edebilir?” buyurdu. Ensardan biri, “Ya Resulallah, ben misafir
ederim” dedi. O misafiri evine götürdü. Hanımına, “Nebi aleyhisselamın
misafirine ikram edebilmemiz için birşeyler hazırla” dedi. Diğer bir rivayete
göre, “Yanında yemekten ne var?” dedi. Hanımı, “Çocukların yiyeceği kadar bir
şey var” dedi. “Öyle ise onları bir şeyle avut, sofraya gelmek isterlerse
onları uyut Misafirimiz eve girince lambayı söndür” dedi. Misafir gelince,
sofrayı getirdi ve karanlıkta yemek yediler. Yemek az idi. Misafir, karanlıkta
yemeğin az olduğunu görmediği için kanuni doyurdu. Ev sahibi ise, yemek
yiyormuş gibi yaptı. Fakat aç olarak yattı. Ertesi sabah, Resulullahın (s.a.v.)
huzuruna geldiklerinde, Nebi efendimiz “Bu gece misafirinize yaptığınız
muameleden, Allahü teala razı oldu” buyurdular.
“Muhakkak Allahü teala aksıranı sever, emayeni sevmez. Bu sebeble
sizden biriniz aksırıp “Elhamdülillah” derse bunu işiten her müslümanın
“Yerhamükellah” diye karşılaması gerekir.
Esnemeye gelince, bu hal şeytandandır. Sizden biriniz “esnediği
zaman, imkan nisbetinde onu önlemeye çalışsın, zîra sizden biriniz esnediği
zaman, şeytan ona güler.”
“Her ayda üç gün oruç tutmak, bütün hayatını oruçla geçirmek
gibidir.”
“Sizden biriniz oruçlu bulunduğu gün, çirkin söz söylemesin ve kimse
ile çekişmesin.
Şayet biri kendisine söver veya çatarsa (Ben oruçluyum) desin.”
“Çok oruç tutan vardır ki, orucundan kendisine faydası, yalnız
açlık çekmesi, birçok namaz kılan vardır ki, namazından kendisine faydan,
yalnız uykusuz kalmasıdır.” “Sabahleyin
evinden çıkıp, müslüman kardeşine selam verene, Allahü teala bir köle azad
etmek tevabi verir.” “Allahü teala ilmi, alimlerin sinelerinden çekip
çıkarmakla almaz. alimlerin ölmesi ile alır.
alimler kalmayınca, insanlar, cahilleri kendilerine rehber
edinirler. O cahiller de ilimsiz, bilmeden fetva verirler. Kendileri doğru
yoldan çıkarlar, başkalarını da çıkarırlar.”
“Yemeğe besmele ile başla. Sağ elinle, sana yakın olan taraftan
ye.” “Satışta, alışta ve borcunu
istemekte müsamahakar olan kimseye, Allahü teala rahmet etsin.” “Bir kimse Cum’a günü gusül eder, elinden
geldiği kadar temizlenir, güzel koku sürünüp camiye çıkar da, iki kimsenin
arasına sokulmaya uğraşmaz ve kılabildiği kadar nafile namaz kılar, sonra imam
hutbeye başlayınca susup dinlerse, Allahü teala Cum’a ile öbür Cum’a arasındaki
günahlarını af ve mağfiret eder.”
“Kur’andaki en büyük sure, yedi ayet olan, her namazda okunan
(Elhamdülillahi Rabbilalemin)’dir.”
Ebu Hüreyre (r.a.) şöyle anlatıyor: “Resul-i ekrem (s.a.v.)
efendimiz beni, fitir sadakası olarak verilen şeyleri gözetmeğe me’mur etti.
Derken birisi gelip hurmayı avuçla almağa başladı. Bunun üzerine adamı tuttum.
“Seni Resul-i ekreme (s.a.v.) götüreceğim” dedim. Adam “Elim dardadır. Ehl-ü
lyal (çoluk, çocuk) sahibiyim. Müşkül durumdayım” diye yalvardı. Ben de
salıverdim. Sabah oldu. Resuli ekrem efendimiz,
“Ya Eba Hüreyre! Akşamki tuttuğun esir ne yaptı?” diye sordu. “Ya
Resulallah! Fevkalade ihtiyaç ve aile sahibi olduğundan bahsetti. Ben de ona
acıdım ve salıverdim.” Nebi aleyhisselam, “O sana yalan söyledi. Tekrar
gelecektir” buyurdu. Resul-i ekrem efendimizin sözünden, onun tekrar geleceğini
anladığımdan o adamı gözetledim. Geldi ve hemen hurmayı avuçlamaya başladı.
Bunun üzerine “Seni Hz. Nebie götüreceğim” dedim. “Beni bırak. Çünkü
ihtiyaçlıyım ve çoluk çocuk sahibiyim. Bir daha gelmem” dedi. Ben de acıdığım
için bırakıverdim. Sabah olunca, yine Resul-i ekrem efendimiz, “Ey Ebu Hüreyre!
Akşamki tuttuğun ne yaptı?” diye sordu. “Aile sahibi ve ihtiyaçlı olduğunu
anlattı. Ben de merhamet edip yol verdim” dedim. Resulullah (s.a.v.), “Sana
yalan söylemiştir. Yine gelecektir” buyurdu. Üçüncü gelişini bekledim. Geldi ve
hemen hurmayı avuçlamaya başladı. Onu yakaladım ve “Seni Hz. Nebie götüreceğim.
Bu üçüncü gelişindir. Gelmiyeceğini söylediğin halde tekrar geliyorsun” dedim.
Bunun üzerine, “Beni bırak. Sana bir takım kelimeler öğreteyim.
Allahü teala o kelimelerle seni faydalandırır” dedi. “Kelimeler
nedir?” diye sordum, şöyle dedi: “Yatağına girdiğinde ayet-el-Kürsî’yi oku.
Çünkü Allah’ın emriyle senin yanında daima bir muhafız bulunur ve şeytan senden
uzaklaşır. Bu hal sabaha kadar devam eder” dedi. Ben de onu bıraktım. Sabah
olunca, Resulullah (s.a.v.); “Akşamki tuttuğun ne yaptı?” diye sordu. “Ya
Resulallah! Allah tarafından bana faydası dokunacak birkaç kelime öğreteceğini
söyledi. Ben de bıraktım” dedim. “O kelimeler nelerdir?” buyurması üzerine,
“Yatağına girdiğinde, (Allahü la-İlahe illa Hüve’l-Hayy-ül-kayyum) ayetini
sonuna kadar oku. Böyle yaparsan Allahü tealanın emri ile senin için bir
muhafız bulunur ve şeytan senden uzaklaşır. Bu hal sabaha kadar devam eder
dedi.” dedim. Nebi efendimiz (s.a.v.), “Dikkat et, o yalancı olduğu halde bu
sefer doğru söylemiştir. Ya Eba Hüreyre! Üç günden beri kimin, ile konuştuğunu
biliyor musun?” buyurdu. “Hayır” dedim. “O şeytandır” buyurdu.
“İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanıdır.”
“Haya îmandandır, imanı olan Cennettedir. Fuhuş kötülüktür.
Kötüler Cehennemdedir.” “Kızdığı zaman
istediğini yapabilecek bir kimse, kızmazsa, Allahü teala kıyamet günü onu
herkesin arasından çağırır. Cennette istediğin hurinin yanına git, der.” “Benden sonra, müşrik olmanızdan korkmuyorum.
Dünyaya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece, geçmiş kavimler gibi
helak olmanızdan korkuyorum.” “Allahü
teala birine iyilik vermek dilerse, onu fıkıh alimi yapar.”
Allahü teala hadîs-i kudsîde buyurdu ki: “Kulum farzları yapmakla
bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetleri yapınca,
onu çok severim, öyle olur ki, benimle işitir.
Benimle görür. Benimle herşeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne
isterse veririm. Bana sığınınca onu korurum.” “İlim üstaddan öğrenilir.” “Her meyyite, her sabah ve akşam kıyametteki
yeri gösterilir. Cennetlik olana Cennetteki yeri, Cehennemlik olana,
Cehennemdeki yeri gösterilir.”
“Münker ve Nekir melekleri, sual ve cevaptan sonra meyyite,
(Cehennemdeki yerine bak, Allahü teala değiştirerek, sana Cennetteki yeri ihsan
eyledi) derler. Bakar, ikisini birlikte görür.”
“Eğer gizli tutabilseydiniz, kabir azabını, benim işittiğim gibi,
size de işittirmesi için dua ederdim.” Eshab-ı kiramdan (r.anhüm) Ümmü Süleym
(r.a.) şöyle bildiriyor. “Resulullah (s.a.v.) yanımda uyuyordu.
Mübarek yüzü inci gibi terledi. Mübarek terlerini alıp bir yere
koyarken, uyandı. “Ya Ümmü Süleym! Ne yapıyorsun?” buyurdu. “Ya Resulallah!
Mübarek teriniz ile, çocuklarımın bereketlenmesini istiyorum” dedim. “İyi
yapıyorsun” buyurdu. Resulullah (s.a.v.) Eshab-ı kirama, Birinin evi önünde
nehir olsa, her gün beş kerre bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?” diye
sordu. “Hayır, ya Resulallah” dediler. “İşte, beş vakit namazı kılanların da,
böyle küçük günahları affolur” buyurdu.
“Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları
kapanır ve şeytanlar bağlanır.” “Bir kimse, Ramazan ayında oruç tutmayı farz
bilir, vazife bilir ve orucun sevabım, Allahü tealadan beklerse, geçmiş
günahları affolur.” “Her asırda, her zamanda yaşıyan insanların en iyilerinden,
seçilmişlerinden dünyaya getirildim.”
“İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşıyandır (Ya’nî Eshab-ı
kiramdır) Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. (Ya’nî
Tabibidir). Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra
gelenlerde, yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız.”
“alimler Nebilerin varisleridir.
“Kabrimi ziyaret eden kimseye, şefaat etmem bana vacib oldu.”
“Söylemediğim bir şeyi, hadîs diyerek yalan söyliyen, Cehennemde
ateşden kazık üzerine oturtulacaktır.” “İki şeyden birine kavuşan insana gıbta
etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teala bir kimseye İslam bilgilerini
ihsan eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar, ikincisi, Allahü
teala, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü tealanın razı olduğu,
beğendiği yerlere harceder.” “İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği
ile kazanıp yediğidir. Allahın Nebii Davud (a.s.) elinin emeği ile kazanıp
yerdi.” “Ekber-i kebair (Büyük
günahlar), bir şeyi Allahü tealaya ortak etmek, adam öldürmek, anaya-babaya
karşı gelmek, yalancı şahidlik yapmaktır.”
“Ana-babayı ağlatmak, (onlara) isyan etmekdir ve büyük
günahlardandır.” “Kul vefat edince,
bütün amellerinin sevabı kesilir, üç ameli müstesna; sadaka-i cariye, kendisi
ile faydalanılan şerefli bir ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat.” “Kim
rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını severse, sıla-i rahm yapsın.” “İnsanlara merhamet etmiyene, Allahü teala
merhamet etmez.” “Allaha ve ahıret
gününe îman eden kimse, komşusuna iyilik etsin. Allaha ve ahıret gününe îman
eden kimse, misafirine ikram etsin. Allaha ve ahıret gününe îman eden kimse,
hayır söylesin, yahut sussun.” “Her
iyilik bir sadakadır.” “Benim adımı
(kendinize, yahud birbirinize) takınız. Künyemi de (Ya’nî Ebü’l-Kasım
künyesini) takınmayınız. (Şu da ma’lum olsun ki,) Her kim beni rü’yada görürse,
hakikatte beni görmüş olur.
Zira şeytan, benim suretime temessül edemez (giremez). Bir de, her
kim benim ağzımdan bilerek yalan uydurursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın,”
“(Mü’min) kul, kabrine konulup onun arkadaş ve yaranı geri dönüp gittiklerinde,
meyyit, bunlar yürürken ayakkabılarının sesini bile muhakkak işitir. Ona
(Münker ve Nekir adlı) iki melek gelir. Bunlar meyyiti oturturlar. Ve ona:
“Muhammed (s.a.v.) denilen kimse hakkında ne bilirsin?” diye sorarlar. O mü’min
de: “Samimî bildiğim ve size bildirmek istediğim şudur ki, Muhammed (s.a.v.)
Allah’ın kulu ve Resulüdür, diye cevap verir. Bunun üzerine melekler
tarafından, Ey Mü’min! Cehennemdeki yerine bak, Allahü teala bu azab yerini,
senin için Cennetten (yüce) bir makama tebdil eyledi, denilir. O mü’min,
Cehennem ve Cennetteki iki makamını birden görür. Fakat kafir veyahud münafık
olan meyyit (Meleklerin bu sualine karşı): Muhammed (a.s.) hakkında bir şey
bilmiyorum. Hattan O’na (Nebi) dedikleri bir sözü (işitir), ben de halka uyup
söylerdim, diye cevap verir. Bu iki melek tarafından bu kafir veya münafıka:
Sen anlamaz ve uymaz olaydın! denilir, sonra bu kafir veya münafıkın iki kulağı
arasına, demirden bir topuzla vurulur. O topuzu yiyince, kafir veya münafık
şiddetli sayha ile bir bağırır ki, bu feryadı, insan ve cinden başka, bu ölüye
yakın olan herşey işitir.”
Kaynaklar:
1) Sahîh-i Buharî
2) El-A’lam cild-6, sh-34
3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-9, sh-47
4) Tam İlmihal Se’adet-i Ebediyye sh-991
5) Eshab-ı Kiram sh-205
6) Vefeyat-ül-a’yan cild-4, sh-188
7) Tarîh-i Bağdad cild-2, sh-4
8) Tehzîb-ül-esma vel-luga cild-1, sh-27
9) Tabakat-üş-Şafiiyye cild-2, sh-212
10) Tabakat-ı Hanabile cild-1 sh-271
11) Şezerat-üz-zeheb cild-2, sh-134
12) İrşad-üs-sari cild-1, sh-31
13) Keşf-üz-zünun cild-1, sh-541
14) Kamus-ül-a’lam cild-2, sh-1251
15) Tezkiret-ül-huffaz cild-2 sh-555
16) Tabakat-ül-müfessirîn cild-2, sh-100
17) El-Bidaye ve’n-nihaye cild-11, sh-24
18) Esma-ül-müellifîn cild-2 sh-16
19) Mir’at-ül-cinan cild-2, sh-167
20) Miftah-üs-se’ade cild-2, sh-130
21) El-Lübab cild-1, sh-231
22) En-Nücum-üz-zahire cild-3, sh-25
23) Fihrist sh-230
24) Mu’cem-ül-müellifîn cild-9, sh-52
25) Rehber Ansiklopedisi cild-3, sh-109